24 Mayıs 2011 Salı

Ekonomi büyüdü ama hala 16'ncıyız !

Hürriyet'in ekonomi sayfasındaki küçük bir habere gözüm ilişti geçenlerde. Sizlerle paylaşmak istiyorum. Haber bu :

http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/17851308.asp?gid=384

Haberi okuduktan sonra biraz araştırma yaptım ve şu sonuçlara ulaştım:

Türkiye'nin son on yılına damgasını vuran ve "İstikrar Sürsün, Türkiye Büyüsün" sloganı ile seçmenlerden oy talep eden AK Parti, hükümette olsa da olmasa da IMF verilerine göre Türkiye, - satın alma gücü ve GSMH oranına göre - 2016 yılına kadar ekonomik büyüklük olarak dünya sıralamasındaki 16'ncılığını koruyacak.

Türkiye'nin son 30 yıldaki ekonomik büyüme hızı, ciddi bir gelişme kaydetmiş gibi görünse de, dünyadaki hızlı gelişime ayak uyduramamış. 1980 yılında 116.2 milyar dolar olan ekonomik büyüklük, 2009 yılında 879.3 milyar dolara yükselirken, sıralamada yerimiz ancak 3 basamak yükselebilmiş. Bu 30 yıllık süreçte Türkiye 19. basamaktan 16. basamağa yükselirken, aynı süreçte Türkiye'nin çok gerisinde bulunan Endonezya ciddi bir ekonomik atılımla 2009'da 961.4 milyar dolarlık hasılayla, ülkemizin önüne geçmiş. Endonezya'nın ulaştığı bu ekonomik büyümeye ülkemiz, 1 yıl geriden gelerek 2010 yılında 900 milyon dolarlık bir eksikle ulaşmış.

Bu süreçte en çarpıcı olan, 1987'de Türkiye'den çok daha küçük bir ekonomiye sahip olan Güney Kore'nin otomotiv ve bilişim sektörüne yaptığı yatırımlarla 1 yıl gibi kısa bir sürede Türkiye'nin önüne geçmesi. Son yıl verilerine göre, Türkiye 16'ncı basamakta yer alırken Güney Kore 12. sırada bulunmakta.

23 Mayıs tarihli bu haber, Türkiye'nin iddaa edildiği kadar da büyük ve güçlü bir ekonomiye sahip olmadığını kanıtlaması açısından çok önemli. Gelişmekte olan ülkeler ekonomilerini sanayii, turizm, bilişim sektörlerine yaptıkları yatırımlarla büyüterek kaynak sağlarlarken, Türkiye ise son 10 yılda elinde bulunan en güçlü kaynakları satarak (özelleştirerek), kendine kaynak sağlamış.

Türkiye'nin yatırım yapmadığı TİSK'in verilerinde de açıkça görülmekte. 2000 yılında %6.5 olan işsizlik oranı, 2010 yılında %14.4'e yükselmiş. İşsizlik oranı bu zaman diliminde %121'lik bir artış gösterirken, Türkiye ihracatta sadece ve sadece %30'luk büyüme kaydetmiş. Bu sayısal verilerden yola çıkarak, Türkiye'nin içinde bulunduğu durumu objektif olarak görüyoruz. Yani demem o ki, istikrar sürecek ama Türkiye'nin büyüdüğü falan yok.

20 Mayıs 2011 Cuma

Demokratik Medya : Hayaldi, Gerçek Oldu!

Günümüzde, medya ve demokrasi gibi iki kavramı, bir bütün olarak düşünmek gerçekten zor. Fikir ve basın özgürlüğünün son derece katı bir şekilde kısıtlandığı ve engellediği bir ülkede yaşıyoruz çünkü. Günden güne farklı sesler bastırılıyor. Uzak değil çok yakında insanlar, iktidarın kendilerine yakıştırdıkları, biçtikleri sesleri benimseyecekler. Peki seslerini istedikleri gibi kullanmak isteyenler ne yapacaklar? Ellerinde pankartlar, Taksim meydanından çıkmayacaklar mı? Buna kim bir çözüm sunacak? Bir Ergenekon davası bitiyor, öteki başlıyor. İnternet sansürlerine her geçen gün bir yenisi ekleniyor. Filtre, fişleme, şifre derken iyiden iyiye medya üzerindeki demokratik yaklaşımımızı kaybediyoruz.

Medyayı, çok geniş bir yelpaze olarak düşünürsek, bu yelpazenin içine her çeşit fikri ve düşünceyi koyabilmeliyiz. Ancak Türkiye’de bunu başarmamız artık olanaksız. Çünkü kontrolü elinde tutanlar bunu rahatlıkla engelleyebilir. Medya patronları ve devlet büyükleri tarafından yapılandırılan bir medya oldukça, özgürlükçü anlayıştan gittikçe uzaklaşıyoruz. Bunun yanı sıra, baskıcı zihniyetin arkasına sığınan basın mensupları da demokratik medya önünde büyük bir engel oluşturuyor. Ülkemizde, bir köşe yazarı veya siyasetçi ya da herhangi sıradan biri, halka istediği ve inandığı mesajı rahatlıkla veremiyorsa, işte bu yüzden.

Sansürlenmeyen, engellenmeyen, baskıcı olmayan bir medya hayal etmek imkansız mı peki? Ya da bunun hiçbir örneği yok mu? Özgürce halka doğruları yansıtan bir portal olan “BİANET” bu bağlamda en güzel örnek. “Bağımsız İletişim Ağı”, adından da anlaşılacağı gibi hiçbir baskıya maruz kalmadan internet gazeteciliği yapıyor. Toplum tarafından en çok takip edilen medya organlarının bir nebze olsun bu ağa yaklaşması, medyanın demokratikleşmesi yolunda önemli bir adım olabilir. Aynı zamanda, “Medyadaki tüm ayrımcı, cinsiyetçi, homofobik ve ırkçı yaklaşımlar ortadan kalksın; değişime ayak uydurmak istemeyenler çekilsin!” sloganıyla yola çıkan “Defne Devrimi” de bu konuda sert ve anlamlı bir duruş sergiliyor. Defne Joy Foster’ın ölümünün ardından yapılan acımasız yorumların neden olduğu bu devrim, web sitesinde imza topluyor. Şu an 8.000 civarı imza toplanmış durumda. Hedef ise 10.000. Az gibi görünüyor ama medya alanında hak arayan daha birçok proje var. Bunlardan bir diğeri ise, “Nefret Söylemi”. Irkçılık ve ayrımcılıkla mücadeleyi; medyada insan haklarına saygının güçlendirilmesine destek olmayı; ırk ya da etnik köken, din veya inanç nedeniyle ayrımcılığa karşı sivil toplum örgütlerinin izleme yapması ve ayrımcılık karşıtı savunuculuk rollerinin güçlenmesine katkıda bulunmayı; toplumdaki azınlıklara ve farklı kimliklere saygının güçlendirilmesine katkı sağlamayı hedefleyen “Nefret Söylemi” projesinin özel amacı ise, yaygın ulusal medyada gözlemlenen etnik ve dini gruplara yönelik nefret söylemiyle mücadele.

Bahsettiğim projeler ve portalların var olduğunu bilmek, medyada demokratikleşmenin mümkün olabileceğini gösterdiği için, insanı mutlu ediyor. Fakat bazı gerçekleri göz ardı etmemizi de sağlayamıyor. İnsanların, seslerini özgürce duyurmak için belirli kişiler ve kurumlardan izin almadığı bir ülkede yaşamak bence mümkün ama çok zaman alacak. İktidarın çekinecek, gücenecek, korkacak birşeyinin olmadığı zaman mümkün olabilecek mi mesela? Belki olabilir, ama bu ihtimal eminim ki başta kendileri olmak üzere herkese imkansız gözükecektir. Bu durumda, demokratik bir medya için toplumumuzun yapması gerekenler neler? Yukarıda bahsettiğim projeleri desteklemek; engel, sansür ve baskılara karşı inadına ses çıkarmak, düzenlenen eylemlere katılmak güzel bir çözüm olabilir, oluyor da. Gel gör ki, bu girişimlerin medya üzerine yapacağı etkinin bir anda herşeyi değiştirmesini bekleyemeyiz. Çünkü kim ne derse desin, bu ülkede Ahmet Şık ve Nedim Şener gibi birer gerçek var.

19 Mayıs 2011 Perşembe

Bilgi Mayfest 2011


Okulumun her sene düzenlediği, ve bu sene 10-11-12 Mayıs'ta gerçekleşen Bilgi Mayfest hakkında biraz yorum yapmak istiyorum. Bu sene Kenan Doğulu, Sıla ve Hayko Cepkin'i sahneye çıkaran Bilgi (Öğrenci Birliği), birtakım şeyleri yanlış yapmış ne yazık ki.

Herşey iyi hoş. Birinci ve ikinci gün gayet güzel, öğrenciler ve onların arkadaşları eğlenmek, birşeyler içmek için okula toplaşmış. Envayi çeşit aktivite ve oyun alanları kurulmuş. 20 Mayıs'ta Kanyon'da düzenlenecek olan Teoman konseriyle birlikte şampiyonun belirleneceği Kanyon Go Racer yarışmasının pisti Bilgi'de kuruldu ve yarı-finalistler belirlendi. Bendeniz de yarışmaya katıldım, amma velakin elemeyi geçemedim. Eğlenceliydi vesselam. Bir de "Lila" sponsorluğunda sumo güreşi oyunu vardı. Sevgili sınıf arkadaşım Sera ile kapıştık. İşte fotoğraflar :)






Festivalin ilk günü mor-sarı renkli bir vinç gördüm E-1'in önünde. Bir de baktım ki o vince bağlı bir mekanizma yukarıya doğru çıkıyor asansör misali. İçinde de iki kişi. Dedim siz ne ayaksınız? Dedi bungee-jumping ekibiyiz. Acayip ilgimi çekti ve bir ara ciddi ciddi yapmayı düşündüm. Gel gör ki, yanımda 75 TL yoktu. İmrene imrene bakmakla kaldım atlayanlara, bungee bungee zıplayanlara...

İlk iki gün sahneye çıkan gruplar ise amatör gruplar ya da DJ'lerdi. Vasattan halliceydiler. Çok beğenmedim. Ama zaten kimsenin umrunda da değildi gruplar, çünkü herkes elinde birası, çimenlerdeki yastıklarda takılmasına bakıyordu. İkinci gün de, Fashion Show ve Party Crash varmış, ben orada değildim o esnada dolayısıyla izleyemedim. Fakat genel olarak izlenimler iyiydi.

Gelelim büyük konserin olduğu 12 Mayıs Perşembe akşamına. Santralistanbul'a 18:00 gibi giriş yaptım. Müthiş bir hazırlık vardı. Konseri beklerken Otto'da bir bira içelim dedik, tam oturmak üzereyken Hayko'nun sesini duydum. Tövbe tanrıma. O adam o sesi neresiyle, nasıl çıkarıyor? "Wwwwoooooo" diyerekten iki üç kez anırmak suretiyle böğürdü. Etrafta ne kadar Hayko Cepkin baskılı t-shirt giyen, gözlerine saçma sapan kalem çeken ve tabii ki siyah giyinen genç varsa konser alanına koşuşturmaya başladı. Bu böğürme boşa gitmemeli, gitmesin, yazık olur derim. Adam orada bi' tarafını yırtarken bizim öyle oturup geyik yapmamız hiç de adil değil. Her neyse... Hayko sahneden inene kadar konser alanına girmedim. Dışardan sesleri duyuyordum ve bittiğinde huzura ermiş kadar oldum. Saat 20:00 olduğunda Sıla sahne alacaktı. Kapıya doğru gittim, bir de ne göreyim... Hezimet! Binlerce insan küçücük kapıdan girmeye çalışıyor. Yahu koskoca otopark alanını konser alanına çevirmişsiniz. E, bir zahmet şu kapıları 2 tane değilde 5 tane yapsaydınız da ezilmeseydik girerken. Kısacası konser alanına giriş sistemi sınıfta kaldı. 

Sıla için ayrı bir paragrafa geçiyorum. O buna değer. Muazzam sesi var kadının Allah için, şarkıları da güzel. Fakat, üniversite şenliğine geldiğini unutmuş olmalı ki, çok fazla slow parça seslendirdi. Kanımız kaynıyor, hoplamak zıplamak, eğlenmek istiyoruz. Tersine, Sıla'nın şarkılarıyla biraz hüzünlendik. Neyse ama yine de çok güzeldi.

Kenan Doğulu, yine aynı Kenan Doğulu. 2 sene önce Kuruçeşme'de bir konserine gitmiştim. Zerre değişiklik yok. Repertuarda da, sahnede de... Tabii bu Kenan'ın sahnesinin kusursuz olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Her zaman, her koşulda eğlendiriyor adam. Hakkını veriyor yani. Enerjisi mükemmel.

Mayfest notlarım bunlardır.

Saygılarrrr!

6 Mayıs 2011 Cuma

Bir de Baktım Yoksun...

O, bizim karşımıza NTV'de sunuculuğunu yaptığı "Gece Gündüz" programıyla çıkıyor. Perde arkasında ise Yekta Kopan kariyerine altı öykü, bir roman, bir tiyatro metni, bir e-kitap ve bir çocuk kitabı sığdırabilmiş, çağımızın önemli yazarlarındandır. 1968 doğumlu ve Hacettepe Üniversitesi İşletme mezunu Kopan, seslendirme sanatçılığı da yapıyor. (bkz. Sylvester)
 
 
Öykülerinden en yenisi olan 2009 tarihli "Bir De Baktım Yoksun", Can Yayınları çıkışlı. Bu eseriyle 2010 Haldun Taner Öykü Ödülü'nü ve Yunus Nadi Öykü Ödülü'nü almıştır. Buna, cümlelerdeki samimiliğin ve olay örgüsündeki gerçekliğin sebep olduğu besbelli. Okuyucuyu, özellikle de İstanbullu bir okuyucuyu derinden sarsacak duyguları yansıtıyor hikaye. Herkesin kendinden birşey bulmasını kaçınılmaz hale getiriyor. Yekta Kopan'ın hayatında dönüm noktası olan ve birbirini etkileyerek akıp giden olaylar, altı küçük bölüme ayrılmış. Her biri; bir sonraki kadar dokunaklı, bir önceki kadar yarım kalmış bölümler...

Her ne kadar klişeleşmiş olsa da, esasında dosdoğru bir söylemle bütünleşiyor kitap: "Değerini kaybedince anlarsın!". İlk bölüm olan 'Sarmaşık', baba-oğul arasındaki geç kalmışlık hissini harekete geçirir ve böylelikle yazarın özlemlerini, pişmanlıklarını teker teker anlamaya başlarız. Yekta Kopan'ın, mahallenin vazgeçilmez kedisi Goncagül'ün kaybolmasıyla başlayan macerası, Yeşil Ev'in önünde babasıyla karşılaşmasıyla devam eder. Uzun ve anlamlı bir konuşmadan sonra, o anın hayal ürünü olduğu gerçeğiyle yüzleşen Yekta, çok geçmeden yürütülemeyen evliliklerin kaçınılmaz sonu olan boşanma hadisesi başına geldiğinde ikinci hayal kırıklığını yaşar. Hayran olduğu karısı Melek'in, beraber oldukları sürece onu hiç anlamadığını düşünür. Daha sonra bu düşünce, yerini, kendisinin kimse tarafından (aynı babası gibi) anlaşılamayacağı düşüncesine bırakır.

'Portobello 22'de, kendisi gibi adı Yekta olan bir kızla Londra'da karşılaşmasını anlatır. Bu karşılaşma ve arada geçen diyaloglar, okuyucuyu eğlenceli bir heyecan duygusu içine sokar. Yekta ile Yekta'nın keyifli gezileri, bizim kahramanımız, yani esas Yekta'ya gelen bir haberle son bulur. Bu haber yine, arkasına baktığında "keşke" diyeceği bir an bırakmasına neden olur.
 
Yekta kendisiyle yüzleşir. Ölümü bu kadar çabuk unutturmaya çalışan insanlardan yakınır. Acısını, uygun görülen şekilde değil de kendi istediği şekilde yaşamak ister, bunun mücadelesini verir. Yaşanmamışlıkları bir kenara bırakıp, var olanla yetinmeyi kabullenip, babasını özgür bırakmayı gönülden ister. Geceleri rahat uyuyabilmek, sorumlulukların altında ezilmemek ve en önemlisi, bir gölge olmamak için bu hayatta, özgürleşmeye karar verir. Ve farkındalıklar ardalandıkça bunun yeterli olmadığını anlar. Çünkü onun babasından özgürleşmesinden çok, babasının kendisinden özgürleşmesi önemlidir deliksiz bir uyku çekmek için. Bunu başarmanın haklı gururu içinde babasına veda eder.

"Bir de Baktım Yoksun", okuyucuyu içine çeken, güçlü bir dile sahip. Karşılaşmaların yönlendirdiği bu öykü, ölümden veya herhangi bir ayrılıktan kaçmanın çaresinin yalnızlığımıza gömülmek olmadığını, ince detaylarla anlatır. Bir kere ele alındığında bırakılamayacak, bitirildiğinde sağlam bakış açılarını değiştirebilecek bir kitap. Kitabın öğretici niteliğinin, ortak duygularla gizlendiği yegane eserlerden. Evde, yolda, tatilde, sıkılmadan okunabilir. Özellikle İstanbul ve İstiklal kusursuz betimlenmiş. Tasvirlerin yapay değil, hayatın içinden olması kitabı daha da değerli kılıyor. Yekta Kopan, kendi yaşamını anlatırken, kent insanının maruz kaldığı birçok olaya da değiniyor.